Kayıtlar

Mayıs, 2007 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Deli mi Ne?

Arada bir, birkaç damla. Aç karnına ya da tok. Bilhassa gece yarısını azıcık geçtikten sonra… İyi gelir mi birkaç damla, arada bir? İyi gelir mi bazı geceler birkaç damla dökmek eskiler, pek eskiler, çok eskiler için? Peki ya dökülen damlalar kanıt olur mu eskilerin aslında yeniliklerinden pek de bir şey kaybetmediğine? Ne yorucu, ne karmaşık, ne sıkıcı hatta… Televizyonu kapattım. Çok uzak değil, ayak ucu tabirinin kıyılarında o kara kutu. Başucumda ise bir lâmba, beyaz, ayaklı. Fakat sabit. Bu durumda ayaklı olması pek manasız, pek kifayetsiz lâmbanın ayağı. Işık hem elime, kalemime, hem defterime, hem de bana vuruyor. Işık pek çok yere vuruyor, affetmiyor. Sertçe, hırpalıyor… Kapalı televizyonda kendimi izliyorum. Her kelimede, her noktada durup kendimi izliyorum. Sonra kendimi izlerken, gözüm sağ gözümden akan yaşa takılıyor, takılıyor, takılı… Öyle ki, kendimi izlerken kalem kayıyor elimden, satırları yalıyor, düşüyor sayfadan aşağı. Neyse ki hemen t

Dön bak dünyaya...

Bir gün uyanınca sisli şehre, dünden kalan su damlacıklarını görürsün pencerende, sadece. İçinde ise kanamalarının sebebi cam kırıkların, çoktan dile düşmüş can kırıklarınsa bi' daha canında saklı, dile düştükten sonra... Güneş salınmak istemeyince gökte, daha bir içine çekiliyor şehir. Şehir öyle ki, küstüm çiçeği edasında bir nergis, mavi sularda kendini izleyip yeniden, yeniden aşık olan kendine... Bir melodi içinde, kirli kaldırımlarda kirli ayaklarıyla gezinen kirli adamların yüzlerinden soyutlanmış, kendi ritminde, kendi sesinde, kendi soluğunda bir melodi. Kendi gibi, içi bir, dışı bir. Sana ne söylediği umrunda değil önce. Salınımların güneşten evvel, ışıl ışıl o melodi sayesinde. Şehir senin sokaklara düşmeni bekliyormuşcasına davetkar, kırmızı bir kahve fincanından daha davetkar o gün. Üzerinde seni zamanlar önce terk eden yatak giysilerin-kimilerince pijamaların-, ayağında teki yatağının kim bilir hangi köşesinde kaybolan sarı çorabın, sağ ayağın üşüyor. Ama m

Bir Saldırı Planım Var

...dışımda konuşan o 'karaktersiz'e... Tüm gün evimde oturuyorum, bir bilgisayar karşısında bazen, bazen koltukta. Hayattan elini eteğini kısırlaştırıldıktan sonra daha bi' çeken o sarı kedi gibi, damağımda ekşiyle acı arasında dolanan bir tatla oturuyorum, tüm gün... Evin önünden bir sokak geçtiği, sokakta insanların yürüdüğü ve o yürüyen insanların bir hayatları olduğu aklımdan çıkıveriyor bazen. Kendi küçük dünyamın küçük sıkıntılarını büyütüyorum pencere kıyısında. Ama asla pencereden dışarı bakmıyorum. Evet, bir saldırı planım var. Büyütüp büyütüp insanların önüne koyduğum o hastalıklı meselelerimi kendimi anlatmak, derdimi söylemek yahut yazmak için yazmak, konuşmak için konuşmak adına yapmıyorum ben hiçbir şeyi. Kusursuz bir ilgi arsızıyım ben, bunca zamandır bu tende hüküm süren, ilgi yoksunluğunun iktidarını yıkmaya çalışan nafile bir muhalefetim. Hâlâ bir saldırı planım var. Televizyonun kıyısında duran, tozlara mekan olan o cam kasede biriktirdiğim

Bata Çıka

Kalemin aktığı her sayfanın bir sonu var. Ve benim kalemi oynatacak gücümün de… Mümkün olduğunca direniyorum ben; elimden geldiğince soluğunu uzatmaya çalışıyorum sayfaların. Yoruyorum belki, kırıyorum bazen cümleleri. Dilime dolandıkça sözcükler, kangren oluyor parmaklarım. Nefesimin en umarsız batış çıkışı göğsümde; en cam kırıklısı, en kanatanı… Umudum, İstanbul semalarındaki martının yiyecek bulma umudu kadar diri; umudum dualarımın ahengiyle geliyor dile. Ve benim dehlizlerimde gizlenen rutubetin sebebi, uzaklarda bir yerlerde, ayaz bir şehirde, rüzgârla sevişip dudaklarını çatlatan "sen"sin...

Çok

Çok söz yok söyleyecek. Ya susmak lâzım seninle, ya da dokunmak. Eylemsizliğimin içindeki en şiddetli kasırgasın sen, en gürültülü kahkaha. Çok söz yok söyleyecek, susacak çok söz var yalnız. Dokunacak çok söz var. Ve çoksun sen bana. İyi ki çoksun sen…

Az

Konuşmak gibisi yok, senin anlatmaların gibisi. Benim karşında susmalarım gibisi yok. Bakmak gibisi yok uyanıp denizin ötesine, göğün altındaki diğer nefeslerin ayak bastığı yere. Yaşamak gibisi yok sensiz, senli her ânı –mış gibi... Dinginliğinin içinde gizli kahkahaların var, yüksek sesli müziklerin, yok’ların var; şiddetli ağlamaların, hıçkırıkların var. Kırıkların var sakinliğinin içinde göğüs kafesinin her inişinde daha da inen derinlere. Benimse seyirlerim bolca; seni, seslerini, renklerini, kokusunu çayının, gözünün dumanını, elinin her kıvrımını seyirlerim var, “biraz daha”sı insan ömrü kadar olan.

Back'leyiş

Bir bekleme salonunun en sabırsız yeri. Ve sesler birbirini kovalamakta. Sesleri emen beyaz duvarlarda mavi yeşil sulardan kopya resimler. Sonra mekân tasvirlerinin lezzetsizliği, belki de beceriksizliği dilimin… “Buralarda bir yerlerde eski günlerini unutan var mı?” “Yok mu?” Günler peşini bırakır mı insanın? İnsan, geçmeye meyleden günlerin yapışır mı paçasına? Düne koşan günlerin etekleri tutuşur mu? Kesilir mi ardı arkası soruların… Bir bekleme salonunun en sabırsız yeri. Gün akşamla kucaklaşmış çoktan. Sıkıntılı zamanların, azıcık ferah yanı damaktaki kahve tadı. İçim karmakarışık. İçim taş, toprak içim, dışım hatta. Sonra insan tasvirlerinin lezzetsizliği, belki de beceriksizliği elimin...